11 Mar 2013

Trendy Makyajlarıyla Maybelline New York da Moda Şovu Yapacak!

Bir Mercedes Benz Fashion Week İstanbul etkinliği daha başladı! Bu yıl sekizincisi düzenlenecek olan Mercedes Benz Fashion Week İstanbul, 12-16 Mart tarihleri arasında Antrepo 3’te gerçekleşiyor. Bu moda etkinliğinde tasarımcılar tarafından hazırlanan kıyafetler kadar merak edilen bir diğer şey ise, mankenlere yapılan ilham verici makyajlar... İşte tam da burada Maybelline New York devreye giriyor. Mercedes Benz Fashion Week İstanbul’daki makyaj ana sponsorluğunu bu yıl Maybelline New York üstleniyor.

Bu görkemli moda etkinliğine siz de katılabilir, defileleri izleyebilirsiniz! Çünkü Maybelline New York, Facebook hayran sayfasında Mercedes Benz Fashion Week İstanbul’a davetiye dağıtıyor. Tek yapmanız gereken, https://www.facebook.com/maybellinenyturkiye?fref=ts adresine gitmek ve aplikasyondaki sorunun cevabını doğru tahmin etmeye çalışmak... Eğer doğru cevaba en çok yaklaşan ilk 25 kişiden biri olmayı başarırsanız, davetiyeniz hazır :).

Dahası da var... Defileleri izlemenin yanı sıra, sahne arkasına giriş hakkı da kazanabilir, ünlü tasarımcı ve mankenlerin hazırlık aşamasını izleyebilir, Buse Terim ile bizzat tanışabilirsiniz. Hatta Maybelline New York tarafından makyajınız yapılarak bu moda etkinliğine özel olarak hazırlanabilirsiniz. Nasıl mı? Doğru tahmini yapan ilk kişi olarak bu moda şölenine VIP backstage hakkı kazanabilirsiniz. Maybelline New York moda severleri epey sevindirecek gibi gözüküyor.


maybelline-ifw

Bir bumads advertorial içeriğidir.

8 Şub 2013

KONSERE BOĞULDUK




Konsere Boğulduk!
İstanbul  konser maratonu 2013’te hızlı bir yükselişe giriyor. Daha önceden Red Hot Chili Peppers, Madonna gibi dünya starlarının harika şovlarına tanık olmuştuk.Görünüşe bakılırsa  mart ayından itibaren yepyeni konserlerle coşacağız.
İkinci Kez Rihanna !
Türkiye’de ilk konserini 2010 yılında veren Rihanna 30 Mayıs 2013’te BJK İnönü Stadyumunda vereceği konserle İstanbul’u yeniden sallamaya hazırlanıyor. 7. Albümü Unapologetic , Billboard Top 100 listesi olmak üzere tüm listelerde bir numaraya yükselen ünlü star, 26 Mayıs’ta İspanya’da startını vereceği dünya turnesi kapsamında ülkemize gelecek.
Hatırlarsınız , Rihanna ilk konserini Kuruçeşme Arena’da Boğaz’a karşı vermişti. Bu seferki konserin  stadyumda olması ise, “Çok büyük şovlar bizleri mi bekliyor ?” beklentisi yaratıyor. J
Never Say Never to Justin !
#JustinBieberTürkiyeyeGeliyor hashtagiyle başladı her şey. Geliyor mu gelecek mi derken , nihayet biletleri  satışa çıktı.Kimilerine göre o hala bir ergen, kimilerine göre dalga konusu. Ama kesin olan bir şey var ki bu parlayan çocuğun şarkıları çok seviliyor, albümleri yok satıyor, klipleri youtube’da izlenme rekoru kırıyor.Bize öyle geliyor ki  büyümesine anbean şahit olduğumuz  Bieber ,giderek konuşulmaya devam edecek. Türkiye’de de  büyük bir genç kız hayran kitlesinin olduğunu bildiğimiz Bieber konserinin ücreti de cep yakıyor. Biletleri 320 TL’den başlayan  konser,  2 Mayıs 2013’te İtü Stadyumunda gerçekleşecek.
Guetta Effect !
Türkiye’yi  ikinci kez ziyaret edecek bir başka star da David Guetta. Dünya çapında albümleri satış rekoları kıran dans müziğin fenomen ismi Guetta son dönemlerde özellikle “Gettin Over You”, “Turn me On”, “Titanium”, “She Wolf” gibi  hitler ile  hepimizin gönlünü fethetmiş, tüm gece kulüplerinin vazgeçilmez ismi olmuştu. 4 Mayısta Küçükçiftlik Parkta gerçekleşecek olan konserin biletleri indirim döneminde 90TL’den başlıyor. Eee biz de tükenmeden alıyoruz ! :)
Vee Efsaneler Ölmez
Elektronik müziğin efsanevi grubu Depeche Mode da Küçükçiftlik Park Sahnesinde yerini alıyor. Hem de 2013 yazının en akıllara kazınacak dünya turnelerinden biriyle geliyor. 2009 yılında yaptıkları “The Tour of Universe” turnelerinden sonraki ilk canlı gösterilerini yapacak olan grup, ilkbaharda satışa çıkacak olan 13.albümlerinin şarkılarını da tanıtıyor olacak. Hiç şüphesiz hepimizi muhteşem bir performans bekliyor. Depeche Mode konserinin biletleri mekan kapasitesi nedeniyle sınırlı,biletleri ise 120TL’den başlıyor.

SODA MI MADEN SUYU MU?





Bir restoranta gidiyorsunuz ve siparişinizi “ Maden Suyu” olarak verdiğinizde karşınızdaki garsondan “Tamam, bir soda.” Cevabı alıyorsunuz. Bu cevap aslında bizim ülkece maden suyu ile soda arasındaki fark hakkındaki bilinçsizliğimizin bir göstergesidir .
Çoğumuz sodayla maden suyunun farkını bilmeyiz. Oysa aralarında büyük farklar var. Maden suyu yerin derinliklerinden çıkagelir sofralarımıza.Bunun yanında içilebilir nitelikteki herhangi bir suya karbondioksit eklendiğinizde soda elde etmiş olursunuz.Esasen soda , asitli suyun ta kendisidir.
 Magmadan beraberinde taşıdığı demir,sodyum,kalsiyum,klorit,sülfat gibi zengin minerallerle, maden suyunun çeşit çeşit faydası vardır . Özellikle büyüme çağındaki bireylere,hamilelere ve yaşlılara artan mineral ihtiyacının karşılanmasında, yazın artan terlemeyle vücudumuzun kaybettiği su ihtiyacının gidermesine yardımcı olur. İçerdiği kalsiyumla güçlü kemik yapısına katkıda bulunurken cildimizin de gergin,pürüzsüz bir görünüme kavuşmasına olanak sağlar.  Sodanın ise, akşam yediğiniz ağır bir yemeğin ardından midenizi rahatlatmasının dışında bir işlevi yoktur. Yani maden suyu bir ihtiyaç, soda ise tercihtir.
Bunca farktan bahsetmişken, akıllara “Biz nasıl ayırt edeceğiz?” sorusu geliyor elbette. Marketlere gittiğimizde soda etiketlerinde yazan doğal maden suyu ya da zengin doğal mineralli suyu tanımlamaları bizler için yanıltıcı oluyor.Hele ki bikarbonat,kalsiyum ve sodyumla desteklenince hepimiz elimizdeki sodanın maden suyu olduğunu sanıyoruz. Ayırt edemiyorsak alışveriş esnasında bir bilene sormakta fayda var.Zira soda normal bir suyun minerallerle bir “tesis” tarafından işlenmesi sonucu elde edildiği için mineralli su=yararlı şeklinde pazarlanması çok normal.
Amerikan Obezite Birliği’nin sağlıklı insanlar için günlük iki şişe (600 ml)  önerdiği mineralli suların seçimini yaparken  fazlası kemik erimesine neden olduğundan düşük sodyum, yüksek magnezyum ve kalsiyum içerikli olanlar tercih edilmelidir. Sodaya gelince, o sizin ağzınızın tadına kalmış.
   İçtiğiniz her neyse, bolca yaraması dileğiyle J



6 Şub 2013

DORİTOSUMUZUN TADI HİÇ BOZULMASIN



   Yatılı okulun ilk günleri..Korku,endişe,merak,heyecan hepsi karman çorman.. "Yatakhanenin" duvar boyası henüz kurumuş. Bizlerse, yüreklerimizde ilk kız yatılılar olmanın heyecanıyla yuvadan uçuyoruz.

   Otuz masum surattık bu yola başlarken,otuz masum yürek el ele vermiş.Giderek çoğaldık.Çoğala çoğala sığamadık odalara. Koridorlara taştık, çoraplardan top yapıp  Amerikan futbolu oynadık.Leblebi ile poker oynayıp kumarın yasak tadına vardık.Hep yaptığımızsa paylaşmaktı,düşünmeden.Neşeyi,hüznü ve hatta zamanı.
 
   Üstüne kilit vurulmuş minik yatılı öğrencilerdik biz. O beyaz parmaklıkların ardında,uçsuz bucaksız bir zaman bolluğunda, binbir hikayeyle filizlendi sımsıcak kardeşlik tomurcuklarımız. Beraber gülmeyi, beraber ağlamayı, bir çikolatayı üç parçaya bölüp "odacak" doymayı öğrendik.

   Yatılıları kardeş yapan işte bu yirmiyedi odaya,yetmiş kardeşe bölünen sofranın coşkusu, bu ritüelin yürek hafifleten mutluluğuydu. "Benim yemeğim senin yemeğindir kardeşim."zihniyetiydi. Apayrı sosyal sınıflardan gelen çocukların pazartesi günü açtıkları bavullarından çıkan anne yemeklerinin salı günü yan odadaki kardeşi tarafından tüketilmesine aldırmamaktı. Odaya girdiğinde "Yiyecek bir şeyiniz var mı?" diye plastik dolaplara yönelen bir başka  kardeşine "Hayırrrr, ben de size soracaktım!" diyebilmenin samimiyetiydi. İşte o günlerde, varlık içinde yokluğun müthiş komedyasında bizler doritoslarımızı ekmeğimize katık edip sözde patatesçipslisandvçimizle doyardık. Yemeklerin hafta bitmeden tükendiği yurt odalarında kimine göre pek de acayip olan bu alışkanlığı biz Doritosla büyüttüğümüz paylaşma duygusuyla kazandık. Bir de günümüze, keyfimize göre aroması değişirdi ya o doritoslu sandviçin ohh değmeyin keyfimize! Bakmayın böyle dediğime Naçççoo,Takkoooo fark etmeden çekmeceden ne bulursak ona tavdık aslında biz :)

    Herkes birbirinin bir süre sonra damak zevkini bildiğinden akşam etütlerinde, "yarım doritos gönül almitos" oyunları oynardık kimi zaman. Bendeniz, acılı tatların leb-i deryasında yüzmeye bayıldığımdan bazı günler Hot Corn'lu Doritos hediyem olurdu  etüt çıkışlarında.
 
  Kimi günlerse oryantel gecelerimiz olurdu, on kız dizilip camın karşısına (Cam da bizim aynamızdı hani.) açardık Mezdekeyi, "Allaaaah, döktürün kızlarrr!" nidalarıyla inletip duvarları, Doritos "Alaturka"'lar eşliğinde göbekler atardık en çeşnilisinden.Tabii ki ertesi günümüz de, belletici öğretmenin "Etüt saatinde göbek atıyorlar." diye yazdığı tutanaklar yüzünden müdürün yolunu tutmakla geçerdi.

   İşte böyle bir ortamda hayatımın en eğlenceli yıllarını geçirdim ben. Kimine göre arkadaşlarla kurulan eğlenceli ortamların aranan yiyeceği olmaktan ibaret Doritos bize göre dostluğumuzun timsali,bütünlüğümüzün en acılı,en soslu sembolüydü. Bir günden bir güne kimsenin "Yemeğimi sen mi yedin?" diye isyan etmediği bir ortamda,karnı aç gönlü tok mu tok yüreklerin gururla büyüttüğü kardeşliğin tanığıydı . Kazınan mideciklerimizin süpermeni, yorgan altı sohbetlerimizin en büyük sırdaşı , en holigan anlarımızın sadık destekçisiydi. Ne zaman ki gooool sesleriyle inlettiysek televizyon odasını, ne zaman ki duygusal bir film izlerken gözyaşlarımız aktıysa, ne zaman ki bitmeyen sınav haftalarıyla uğraştıysak hepsinde yanımızdaydı  Doritos.

    Aradan geçen sekiz yıldan sonra bile bir Doritos pakedi, içindekinden kat be kat fazla anlam ifade ediyor her birimiz için. Ne zaman toplansak o "müthiş ordumla" , yıllar önce dağılmış gizli örgütün müridleriymişizcesine aramızdan biri Doritos pakedini açıp ilk ısırıkla başlatır ayinimizi her seferinde. Bundandır her bir araya gelişimizde dostluğumuza şükredercesine zikrettiğimiz şu sözler ; "Bu dostluk hiç bitmez, yeter ki Doritosumuzun tadı hiç bozulmasın ;).

(Bu hikaye gerçek hayattan birebir alınmıştır. Aşağıdaki fotoğraflar Kadıköy Anadolu Lisesi'nin ilk yatılı kız öğrencilerinin 2005 yılında, küçücük hazırlık öğrencileriyken çekilmiştir. )







11 Eyl 2012

PIERRE LOTI MANZARALARI


 İki gün sonra kendimi Avrupa'nın bağrına atıyorum.Interrail yapmak için :) Hani Türkiye'nin her bir köşesini bitirdin mi? diye sorun. I ıh.. Ama beni taa İzmit'te geçen küçüklüğümden beri heveslendiren bir yer vardı ki epey rötarlı da olsa sonunda gittim. Tabii ki Pierre Loti tepesiydi.

 Adını Osmanlı döneminin ünlü bir yazarından (aynı zamanda Fransız subayı) almış olan tepe Eyüp'te.Kimilerine göre Eyüp ve civarı çok yolumuzun düştüğü yerler değil. Evet ,haklıdırlar da. Çünkü demografik yapısı itibariyle de Eyüp beni de çok cezbetmiyordu o ayrı. Ama Pierre Loti tepesini ziyaret ettiğiniz  zaman hele de Ramazan ayıysa, iliklerinize işleyen mistik atmosfer inkar edemezsiniz. Restorantlar samimi iftar mönüleriyle sizi cezbederken bir yandan meşhur Eyüp Camii'nin çevresindeki insan güruhu, ışıl ışıl yazılar,renk renk macunlar, şenlik için coşkuyla bekleyen çocuklar ve tabii ki turistler.Özellikle de Arap turistlerin istilasına uğramış bir semt Eyüp.

   Eyüp'e taksimden tek otobüsle ulaşıyoruz. Eyüp meydandan itibaren sizi yönlendiren Pierre Loti tabelaları , teleferiğe kadar size eşlik ediyor. İtiraf ediyorum küçük çaplı yükseklik korkumla beraber; yurdum insanı ve ispanyol turistlerle çepeçevre bir halde teleferik dakikası epey trajikomikti :)

  Ama tepeye çıktığınız anda sizi esir eden atmosfer tek kelimeyle kusursuz. Haliç'e doğru uzanan görülesi manzara karşısında aldığınız her soluk sizi ayrı  mest ediyor. Zamanında elin ecnebisi bizim topraklarımızın kıymetini daha iyi biliyor! zihniyetiyle yaklaşırsak ünlü yazar Pierre Loti'nin uğrak yeri haline gelmesine şaşmamalı.

  Bu manzaranın keyfini çıkardıktan sonra oturup biraz serinlemek istiyorsunuz haliyle. Ancak beni o gün huzursuz eden tek görünüm böylesi enfes bir tablonun çok daha iyi işletmelerce mesken edilebileceğiydi. Bundan kastım daha üst düzey mekanlar demek değil. Zaten semt halkı da bu durumdan hoşlanmazdı.İkili bir ayrım yaratmadan hem bölge halkının sıcaklığını ve misafirperverliğini gösterecek hem de modern işletmecilik teknikleriyle daha şık bir mönü ve tasarımla değil sadece yabancı turistler için bizim gibi yerli turistlerin bile akın akın dolacağı bir mekan haline gelebilir Pierre Loti..

  Şimdi size en beğendiğim Pierre Loti manzaralarıyla veda etmek istiyorum.Umarım biraz olsun gezi iştahınızı kabartabilmiş, içinizde heves uyandırabilmişimdir :)




4 Eyl 2012

MARZİPANLI PASTA



  Bu yazıyı yazmak için epey bekledim. Öylesine özendim tahmin edin gerisini. E kolay mı? Dile bu denli leziz gelen bir tadı tutup tarif haline getirecek, bununla da yetinmeyip hikayesini oluşturacaktım. Zaten yazının klavyeye oturana kadarki süreci sancılı bir dönemdir hep.Nasıl anlatsam,neresinden tutsam vs. vs. Ama artık vakti geldi bence.Sizleri bu tariften daha ne kadar uzak tutabilirdim ki? 


Her lezzet sever gibi ben de makaron hastasıyım.Ülkede bu kadar geç tanınmasının sebebi belki de  yıllaryılı bildiğimiz Acıbadem adı altında gizlenmesiydi. Fakat makaronu bu kadar eşsiz kılansa ülkemizde şubesini  ilk olarak Bebek'te açan ve butik üretim yapan Ladurée ile gerçekleşti. Bir fransız devi Ladurée'nin "secret" tarifiyle şekillenen bu çeşitli aromalardaki makaronlar (böğürtlen,limon,nescafeden tutun da gül özlü makarona kadar çeşit çeşitler..Benim favorimse kahveli.) her sabah Paris'ten gelen taze malzemelerle yapılıyor. Her özenli tatta olduğu gibi makaron da sıradan tatlılara oranla Türk insanımıza birazcık pahalı denebilecek fiyatla satılıyor haliyle.

Konunun benimle bağlantısı da şu şekilde gerçekleşti. Tüm dünya mutfaklarını evde denemeyi (başarılı sonuçları itinayla alıyor kendisi) manyakça bir şekilde hobi edinmiş (E artık meslek de diyebilirim) usta aşçı bir babanın lezzet avcısı kızı olunca elbette ki "Ya bunu biz evde deneyemez miyiz?!!" diye düşünüyorsunuz. Bu konuda tabi ki babamın yardımlarına şüphesiz gereksinim duyacaktım. 

İlk denememiz hüsranla sonuçlandı..Eğer tek başıma deneseydim ilk seferim oluşundan dolayı büyük bir hayal kırıklığı olmazdı benim için.Ama big boss'la deneyince (Sayısız uyarısına rağmen(!).Çünkü kendisi buna özel bir fırınımız olması gerektiğini söylemişti taa en baştan.) anladık ki olacak iş değil. İşin şaşırtıcı kısmı tarifin tutmama sebebi ne tariften (Babamın Mutfak Sanatları Akademi'sindeki hocasından bizzat alınmıştı.) ne de fırından ötürüydü. Bademimizin hamuru bizim istediğimiz kıvamda (Yumurta beyazıyla yaptığımız için adeta sabun köpüğü gibi köpürmesini bekliyorduk.) olmayınca bir şeylerin ters gittiğini tahmin etmiştik zaten.

(Bu yazıyı okuyan ve hazır ürünleriyle evde denemiş dostlarımıza şu hatırlatmayı da yapmak isterim ki "Bademimizi bile kendimiz çektik,hiçbir katkı maddesi kullanmadık.)

Ama insanın içinde bir kere başarma hırsı olmasın.Bu mutfakta da geçerli.Lezzetin en üst noktasına ulaşmayı hedefliyorsunuz.Yılmadım,"Bunu bir şekilde yapıcaz!.", dedim. Ve makaron tutkum beni Eminönü'ne kadar sürükledi. Sonunda pes etmiş, hazır gıdanın , el emeği göz nuru  ev ürünlerimizi alt etmesine izin vermiştim ya neyse.. Sonu iyi olacaktı. Bu noktada kısacık tavsiyemi sıkıştırmak isterim.Eminönü'ndeki Pastacılar Sokağı'nı gezmediyseniz mutlaka görün derim. Ben özellikle Ramazan'da gördüğüm için, tezgahlardan fışkıran cevizli sucuklar, türlü renkte bonibonlar hala gözümün önünde. Sırf bu yüzden hedef dükkanıma girmeden evvel elimde bir torba şekerleme, mesut bir vaziyette buldum kendimi.

Bahsettiğim dükkan ise Nüans. Pastacılığa ilgisi olanların özellikle gezip görmesini tavsiye ederim. Çeşitli malzemeler, süsleme gereçleri,soslar,gıda boyaları mevcut Nüans'ta.Sağ olsunlar bana da pek yardımcı oldu tonton amcalar. Eve vardığımda tarifimin baştan aşağı değişmiş olduğunu fark etmiş olsam da, bana apayrı bir lezzetin kapılarını gayriihtiyari araladıkları için minnettarım onlara.

 Bu kadar anlattıktan sonra bir makaron tarifi bekliyorsunuz değil mi? Makaron için yanıp tutuşanlar bundan sonrası için sayfayı kapatıp hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilirler. Ama büyük bir hazineyi kaçıracaklarının ipucunu veriyorum ben yine de.

Evet onca zahmete girip, dere tepe düz gittiğim bu yolun sonunda makaron yapmadım. Ama bir gün bir pasta yedim hayatım değişti diyebilirim sizlere. Açıkçası sadece benim değil tüm ailemin emeği var bu leziz şeyde :) Ben size anahatlarını geçerek (bir pasta nasıl yapılır değil de) detayları vererek (o pastayı diğerlerinden farklı kılan nedir) bunu anlatmak istiyorum.

Birinci faktörümüz tabi ki Nüans amcaların beni Makaron niyetiyle girdiğim dükkanda yönlendirdikleri, daha önceden adına aşina olduğum ama tadına bakma fırsatımın belki olduğu ama üzerinde durmadığım bir üründü.Marzipan. Marzipan, makaron için kullanılan badem ezmesinin yani badem ununun yumurta,yağ gibi malzemelerle yoğrulmasından elde edilen ve pasta süsünde kullanılan bir ürün. Hazır olarak aldığımız Marzipanı dilersek kendimiz de evde yapabiliriz. Bu zor değil , işin meşakatli kısmı her zaman olduğu gibi ayarı tutturmakta. Neyse, tarife dönecek olursak, Marzipanı,eklediğim resimlerde de görebileceğiniz gibi ona ,normal bir hamur muamelesi yapıp oklavayla açıyoruz. İşte burası bizi zorladı diyebiliriz, çünkü marzipan normal bir hamur gibi değil daha katı ve oklavaya epey yapışıyor.Tam bu noktada yaşasın Gülyurtların kol kaslarııııııı! narasını atabilirim:).Şaka bir yana alt ve üst tabakasını çok az ıslatmak yararlı olacaktır.

 Pastayı şekillendiren ikinci faktör de pandispanyamızın kıvamıydı elbette. Pandisyanı marketten almak çok kolaydır.Ama ben her zaman evde yapılmış pandispanyanın hazır pastabanlardan daha karakterli olduğuna bir hikaye içerdiğine inanmışımdır.Bu huy annemden geçmiş olsa gerek. Nitekim anneciğim bu tarifte de yazılı dökümana bağlı kalmak istemeden "göz kararı, akıl hesabı" dediğimiz klasik ama hiç şaşmayan anne yöntemlerine başvurdu. Tarifi bu kadar çekici kılan da annemin gözkararı hesabıyla şekillenen pastabanın "sıkılığı ve diriliği" oldu. Bunu şüphesiz ki tarifimizdeki 4 bardak una sadık kalmayarak başarmıştık. Son olarak bilindik ama hep tutan bir yöntemden bahsetmek istiyorum. Bitter çikolataya tapanlardansanız bunu seveceğinize eminim.  İki büyük paket bitter çikolatayı sütle ve kremayla eritip (aşırı doza kaçmayın aman dikkat, bu sefer ıslak kek kıvamına dönüşüp bahsettiğim diriliği yitirebilir.) marzipan ile pandispanya arasına dikkatlice döktük.


   Ve üç saatlik uğraşın sonucunda çikolata sosla kaplı pandispanyamızın üstünü özenle açtığımız orta kalınlıktaki marzipanımızla kapladık ve soğuması için buzdolabına bıraktık. Ta tammmmm! Ertesi gün marzipan sihrini göstermişti! Servise konduğu beş dakika içinde marzipanın pasta üzerine ılık ılık eriyişini seyredalmak da en tatmin edici manzaraydı bizler için.Yeme de yanında yat,derler ya tam o hesap.Ama tabi ki biz yedik:) Hem de afiyetle. İstanbul'dan İzmit'e uzanan bu serüvenin sonunda 
yoldan fazlasıyla sapmıştık. Damaklarımızdaysa harikulade bir lezzet kendine mesken edinmişti. Spontane tatlar elde etmek hep zevk vermiştir bana.Bu konuda yanılmadığımı bir kez daha anladım.

 (Ertesi gün, İzmit'teki yerel bir dükkandan makaron aldım tüm aile bireylerine.I ıh olmadı.. Ziyadesiyle kötüydü. İşi ustalara bırakmak lazım dedim kendi kendime. İstanbul'a gittiğim gibi rotamı Ladurée'ye çevireceğim..)





16 Ağu 2012

KİMİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ ?

'Hangi şeytan dürtmüştü bizi? Ne kadar da mutluyduk! O zaman neden elimizdeki her şeyi bir çocuk sahibi olmak gibi rezil bir kumara yatırdık.'

   Bu sözler, Lionel Shriver'ın Kevin Hakkında Konuşmalıyız adlı, 2003 yılında kaleme aldığı, yalnızca bayan yazarlara verilen Orange ödüllü kitabından.

   Aynı isimle 2011 yılında sinemaya aktarılan, hatta Türkiye'de de çeşitli festivallerde gösterime giren film beni oldukça sarstı. Oyunculuk ya da yönetmen tekniğinden ziyade, içerdiği derin anlamdı bu filmi benim için bu kadar ilginç kılan.
   
   Film doğduğu günden itibaren annesiyle yıldızı barışmayan Kevin'in 15 yaşında titiz bir çalışmayla planladığı bir katliama kadar uzanan öyküsünü anlatıyor. Filmi izlediğiniz zaman kafanızda birçok ürkütücü soru beliriyor. Bir anne çocuğunun hayatının devinimlerinde ne kadar etkilidir? Annelik sevgisi içgüdüseldir,peki ya çocuğunu sevmeyen anne var mıdır? Ve bir bebek bunu hissedebilir mi? 

  Film, annesinin Ezra Miller'ın müthiş performansıyla can verdiği Kevin'e  hamile kalmasından başlıyor. Daha en başından istenmeyen bebek olan Kevin büyüdükçe annesine karşı, önlenemez bir nefret besliyor. Giderek içinde büyüttüğü bu nefret artık tüm insanlığa karşı yöneltilmiş bir yaylım ateşi halini alıyor.Kardeşinin gözünü kaybetmesine zarar vermesine dek süren bu önlenemez vahşet, adeta Kevin'i esir almış bir şeytan gibi.Öyle ki gözlerinin içinden o kıvılcımı alabiliyorsunuz.


   İşte tam bu noktada kafamda sorular beliriyor. Kişiliğimizi kim belirler? Biz mi, ailemiz mi, çevremiz mi? Arkadaşımla film sonrası girdiğimiz hararetli tartışmalar sonucu vardığımız bir nokta oluyor. Aileleri tarafından terk edilmiş birçok küçük çocuk var. Hepsinin katliam yapmasını bekleyemezdik herhalde? O halde içimizde hareketlerimizi körükleyen , "yaradılış" dediğimiz birtakım mefhumlar mevcut olmalı, öyle değil mi? Ebeveynlerinden iyi ve ya kötü yönde bambaşka olanlarımız vardır aramızda. Nedir içimizdekini tetikleyen, nedir iki kardeşin dahi dünyaya bambaşka bakmasını sağlayan. 

  
  Bütün film boyunca korku dolu gözlerle izlediğiniz Kevin'in böyle bir kişiliğe bürünmesine sebep olansa belki de annesiydi,diyorsunuz filmi başa aldığınızda da. Hepimizin doğuştan edindiği , bilinçaltımızda yer eden bir duygu vardır. Annemiz bizi koşulsuz şartsız sever. Hamileyken sevmezse bile, doğduktan sonra sever.Sever canım,kesin sever... İşte Kevin Hakkında Konuşmalıyız filmi, belki de kalbimdeki,beynimdeki en sağlam tabuyu yerinden sarstı. Heyy, anneniz sizi sevmiyor , ayılın! demiyorum tabii ki. Sadece Kevin'in annesi Eva'nın oğluna bir yabancı gibi bakması, bir türlü göstermediği  anne sıcaklığının filmde ne kadar "olası" gösterildiğinden bahsediyorum.
  
  Kimilerine göreyse Kevin doğuştan sorunlu bir çocuktu. (İyi de bir bebek nasıl doğuştan sorunlu olabilir,algımızı,bilgimizi,duygularımızı geliştiren yaşadıklarımız değil midir?!!) Ve Eva bunu erkenden fark edip filme de adını veren "Kevin Hakkında Konuşmalıyız!" sözünü eşine söyledi durdu. Eşi buna kulak asmadığı için,önlenemez felaketler meydana geldi. Bu da bir komplo teorisi olabilir,kim bilir?

   Kevin hakkında daha söylenecek çok şey var.Fakat unuttuğumuz bir nokta var.Hepimiz bebektik,hepimiz sevgi ve saflık yumağından oluşan, düşünce boyutuna erişememiş bir dönem geçirdik.Bu safhada ya da hayatımızın diğer tüm çaresiz dönemlerinde , bizi kurtarabilecek tek bir olgu var. Sevgi. En hırçın , en vahşi, en mutsuz zamanlarımızda delicesine ihtiyaç duyduğumuz tek ilaç sevgidir. Tüm yaraları iyileştiren, sakin ve derin bir uykuya dalmamızı sağlayan. İşte bu temel noktayı en sade şekilde dile getirmiş yönetmen Lynne Ramsay filmin en başında.


"a child needs your love most when he deserves it least." 




13 Ağu 2012

FRİDA

    Biyografik filmleri çok severim, tıpkı resmi , el mexico'yu sevdiğim gibi. Yaşanmışlıklardan çok etkilenirim. Pür dikkat izlerim. An be an yüreğimde hissederek. Tıpkı 2002 yapımı, Julie Taymor tarafından beyaz perdeye aktarılmış "Frida" gibi.Burada Frida'yı canlandıran Salma Hayek'in usta performansından söz etmeden geçemeyeceğim. Bayıldığım mexico kültürünü, 21.yüzyılın sıradışı (sürrealist terimini kendi istemediği için kullanmaya dilim varmıyor.) ve bir o kadar harika ressamı Frida Kahlo'yu;  delice acılarla, oluk oluk gözyaşıyla , boğaz yırtan çığlıklarla örülmüş bir yaşantının gölgesinde izledim.
 Bilmeyenler için Frida Kahlo'yu , en az onun kadar ünlü ressam Diego Rivera'nın eşi olarak da tanımlayabilsek de ben  kalbinden akan kanı, damla damla vurduğu fırçasının ustalığıyla,yorgun yüreğinde taşıdığı tarifsiz ızdıraplarla tanımlamayı tercih ediyorum. Öyle ki o bir hayat tutkunu, Diego Rivera'nın deyimiyle "Yaşadığı her yere canlılık katan." olağanüstü bir kadınmış. Sevgilileri olmuş, sevişmeleri olmuş, kadın-erkek , yaşlı-genç, evli-bekar fark etmeksizin. Sadece gönlünün savurduğu yere gitmiş. Öyle geniş bir yüreğe sahipmiş ki kendisini kız kardeşiyle aldatan kocasını affedebilecek kadar. Hasta yatağında kuklalarıyla çocukları eğlendirecek enerjisi, ölüm döşeğinde doktorunun itirazlarına boyun eğmeden kendini sergisine yatağında taşıttıktan sonra, "yatağımdan çıkmamamı söylemiştiniz, işte çıkmadım" diyecek kadar mizah yeteneği varmış.

 O her ne kadar mütevazi davranıp "Benim resimlerim benden başkası için bir şey ifade etmiyor" dese de evrensel acılarımızı tablolarına öyle güzel yansıtmış ki zamanının kahramanı olmuş. Genç bir kızken geçirdiği trafik kazası (yaşadığı en büyük iki kaza olarak bahsediyor Kahlo bu kazadan, diğeri ise eşi Diego ile tanışmasıymış ona göre.) ömrünün sonuna dek peşini bırakmamış,en büyük belası olmuş. Bebeğini kaybetmesine sebep olmuş.Kanlar içinde yatan kadın resmini gördüğünüzde yüreğinizin en derininde hissediyorsunuz bu acıyı. En sonunda da ölüme kadar götürmüş Frida'yı.


 Özel hayatının yanı sıra politik duruşu, toplumsal meselelere verdiği önem de yer bulmuş tablolarında. Sosyalizm konusunda da en az ilişkilerinde olduğu kadar tutkuluymuş. Karısını onyedi yerinden bıçaklayan adamlar çizmiş, iskeletler doğuran kadınlar. Sayısız portreye yer vermiş, hayatına giren girmeyen. Öyle bir hayal gücüne sahipmiş ki çizmiş  çizmiş son nefesine dek, duvarlara çizmiş, alçısına kelebekler çizmiş,boyamış durmuş.. Ben de mahrum kalmamanız adına aşağıda bazı Frida Kahlo tablolarına yer veriyorum. Bu yazıdan şevkle ilgilenen herkesi de 2002 yapımı Frida filmini izlemeye davet ediyorum.




Frida Kahlo, eşi Diego ile kız kardeşi Christina'yı beraber gördükten sonra saçlarını kestikten sonra böyle poz veriyor aynaya.



Ölümüne yakın Frida Kahlo




Doğallığından hiçbir zaman ödün vermemesi belki de en çekici özelliğiydi.





                                           
                                                 Bebeğini kaybettikten sonra Frida Kahlo.




11 Ağu 2012

Welcome to PİzzaPasta=Pipa


  Adından anlayacağınız üzere pizza ve makarna konusunda kalbinizi fethetme garantisi verebileceğim bir mekanı tanıtmak istiyorum sizlere sevgili okurlar.Aşçı babayla amatör gurme kızı Nişantaşı yollarına düştü bu kez.
 14 Şubat'a özel hazırladıkları Love Bites yani Aşk Isırıkları sunumuyla ilgimi çekmişti Pipa. Ama biz sevgililer gününden aylar sonra uğrama fırsatı bulduk Pipa'ya. Benim en büyük aşkımla kendimiz için mutlu bir gün hevesiyle :)

  Pipa, içerisine girdiğiniz anda sizi sıradışı tasarımı ve farklı atmosferiyle sarmalıyor. Mekana bu tılsımlı havayı verense orijinal tasarımı. Tüm şıklık ayrıntılarda gizlenmiş durumda Pipa'da. Duvar kenarlarına asılmış büyük tümsek aynalar, metalik renklerle bezenmiş portatif masa ve sandalyeler buğulu bir hava katmıştı.Bir tarafınızda binbir çeşitli şarapların bulunduğu mini mahzen bir tarafınızda ise tezgah başında tatlı bir telaş içinde koşturduğunu gördüğünüz Pipa aşçıları.
 
 Bu sıcak yaz gününde hafif bir rüzgar yalayıp geçerken yüzlerimizi yerlerimizi aldık babacıkla. Garsonun bize özel olarak tavsiye ettiği zencefilli limonatayla serinlettik önce boğazımızı. O an gerçekten bastıran sıcak hava dalgasından mıdır bilinmez hala tadı damağımda o limonatanın.

  Ana yemek tercihimi pizza&pasta sloganıyla meşhur bir yerde kendi kişisel zevkimden ötürü pizzadan yana kullanmıştım elbette ki :) Pizzanın tadına sadeliğince varırsın söyleminden yola çıkarak babamın, domates soslu  Margherita'dan yana kullandık. Taş fırında yapılmış ev yapımı ekmekler uğradı zeytinyağı eşliğinde soframıza. Pizzalarının lezzeti de bu inceliği ve taşfırın yapımı olmasından geliyor.Hemen ardından yediğimiz haşlanmış sebzeli salatanın tadıysa aman diyen bir sebze karşıtına bile o gevrek patlıcanları, narin havuç dilimlerini yedirtecek cinstendi.

 Sadece bu pizza ve salata tercihiyle bile tıka basa doyabilmiştik. Midemde biraz yer kalsa Nutellalı pizzasını deneyecektim. Artık o da Pipa'ya bir dahaki gidişimde.Zira pizzalarıyla bu kadar meşhur olmuş bir yerde tatlı tercihimi de Nutellalı Pizza'dan yana kullanmak şaşırtıcı değil.

 Pipa bir İtalyan restoranı olmasının yanısıra ahtapot tempuradan,ızgara kuşkonmaza kadar çok çeşitli bir mönü sunuyor. Çalışanların güler yüzü, müşterilere karşı sıcak ve samimi tavırları da göz önünde bulundurulursa Pipa oldukça davetkar duruyor.İlgilenenler için facebook sayfası aşağıdaki linkte mevcut.Sosyal medyada oldukça aktif olan Pipa'nın mönü seçenekleri ve tercihleriyle ilgili bilgi edinebilirsiniz.
 https://www.facebook.com/PiPaNisantasi


Afiyetle efendim :)

















ANTONY AND CLEOPATRA


Kıtalara hükmetmiş bir kadın.. Kurnazlık abidesi , güzelliğiyle olduğu kadar (kimi kaynaklar Kleopatra'nın fiziki anlamda çok çirkin olduğunu iddia etse de) kıvrak zekasıyla bir devre adını yazdırmış Mısır Kraliçesi Kleopatra..
  Ve onun aşkından serseme dönmüş, miğferiyle gönlü arasında bocalayan tek suçu aşık olmak olan zavallı  ama onurlu General Antonius..

 Girizgahımdan sanılmasın ki Kleopatra Antonius'u evirip çevirmiş parmağında oynatmış.Onlar ki biraraya geldiklerinde bir kadeh şarapla meşk sarhoşu olmuş dünyayı unutmuş iki aşık. Onların aşkı yürek parçalayan, yoran cinsten. Ne seninle ne sensiz denir ya işte tam o hesap. Yokluğu bir diğerinin yüreğini dağlamış varlığı bir hastalık gibi kanına girmiş ötekinin. Türlü dolaplar oyunlar çevirmişler karşılıklı.Antonius Roma'nın içi geçmiş, kendinden bozuk halinden illallah edip doğu dilberinin eşsiz kollarında zamanı unutuvermiş.Huzuru bulmuş dense de varını yoğunu kaybetmiş, aklını, onurunu yitirmiş. Ömrüne son vermiş.

 Evet bir aşk masalı bu tarihin bize öğrettiği. Ciğerlerime bu kadar işlemesinin sebebiyse 2 Haziran günü Oyun Atölyesi'nde seyrettiğim Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor'un nefes kesen performanslarıyla şaha kalkmış Kemal Aydoğan rejisiyle sahnelenmiş Antonius ve Kleopatra'idi. Kendime has methiyemi yapmayı borç biliyorum.İflah olmaz bir tiyatro aşığı olarak Londra 2012 Sheakspeare festivali kapsamında Sheakspeare's Globe'da yani Sheakspeare üstadın kendi evinde ilk kez bir Türk oyunu olarak sergilenmiş olması beni yeteri kadar gururlandırmıştı Antony and Cleopatra. İlgilenenler için The Space isimli dünyaca ünlü festival,dans,tiyatro gösterilerini bulabileceğiniz siteyi şiddetle öneriyorum. Profesyonel kaydı kesintisiz izleyebilirsiniz.
Oyuna gelirsek, neresinden başlasam ki..Hafifmeşrep,dengesiz,kurnaz Kleopatra performansıyla alışılagelmiş rollerinden çok çok ötede Zerrin Tekindor'dan mı,duygusuz,politik bir demir abidesi olan August Sezar olan Mert Fırat'tan mı yoksa haberci rolündeki Onur Ünsal'ın Kleopatra'yla  karşılıklı, hiç bitmesin dedirten sahnelerinden mi? Müthiş bir Eros'tu doğrusu :) Tabii ki Haluk Bilginer'den bahsetmiyorum bile. Sheakspeare'in Antonius ve Kleopatra'sının gözyaşından uzak, trajedi içine yedirilmiş bir komedi halinde  harika bir 2012 uyarlamasıydı bence.
 Hikayenin trajikliği ortada. Kleopatra, cinfikirli,müthiş kurnaz,istediğini elde edinceye kadar hırslarının ve tutkularının esaretinde yaşayan bir kadın. Bu tutkular da en çok ona zarar vermiş haliyle.İçini yiyip bitiren Antonius'u kaybetme korkusuyla çevirdiği binbir dolaba rağmen aşkı öylesine büyükmüş ki, ondan gizli evlendiği halde Antonius'u yine gönlüne,yatağına almış.Antonius da onun böylesi korkulacak bir kadın olmasının farkındaymış da  bir yanı hep Roma'da kalacak şekilde Tarsus yollarında, İskenderiye kıyılarında bitap düşmüş çoğu zaman. Yine de vazgeçememiş Kleopatra'dan.İkisi de birbirini kaybetmekden delicesine korkmuş. Birbiriyle olmaları da ayrı bir felaketmiş oysa ki.İşte bu felaket olaylar zincirini çok başarılı sahnelemiş Bilginer ve ekibi.Zerrin Tekindor'un anlık gelgitler içinde kaybolan deli dolu Kleopatrası izlenmeye değer.Sahneyi şen şakrak sesiyle, isterik çığlıklarıyla, çapkın bakışlarıyla öyle haşmetli sarmalıyor ki kelimeler kifayetsiz. Yalnız Oyun Atölyesinde izlediğim Antonius ve Kleopatra , tarihte yer alan sevimsiz entrikacı kadından birkaç açıdan daha farklı onu da belirtmeliyim. Tarihteki Kleopatra yani kral Ptolemy'nin kızı Kleopatra VII. iktidar hırsıyla kavrulmuş, bu uğurda kardeşiyle dahi evlenmiş türlü entrikaların kadınıymış.Sahnede izlediğimiz Kleopatra ise daha çok ihtirası ve kıskançlığıyla esip gürleyen, duygularının peşinden dolu dizgin koşan bir kadın.

  Oyun 2 saat 50 dk sürdü.Bu oyunu İKSV tiyatro festivali kapsamında şanslı bir kalabalığa dahil olarak izledim. Çıktığımda Kadıköy sokaklarında düşünceler içinde buldum kendimi. Asırlar önce meydana gelmiş aşk oyunları günümüzden çok da farklı değil. Kadının güce duyduğu aşkı bir kez daha anlıyoruz oyunun sonunda. Ve bizler gücün sahibi değiştikçe aşkımızın rotasını da değiştirebiliyoruz çoğu zaman. Belki de o iktidar hırsı tüm hücrelerimizde mevcut biz kadınların. Bundandır ki tarih çoğu kez politikanın ya da savaşların değil kadınların siyaseti belirlemesinden tekerrür etmiştir. Bir diğer ayrıntı ise; o güç sembolü erkeklerin bazı anlarda hepimizden daha zayıf olabildiği. O anlarsa; yenilgiler. Erkek güçsüzleştikçe kadına hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor bu uğurda onurunu kaybetmeyi dahi göze alabiliyor. Tıpkı Antonius'un bir kadın uğruna canına kıyması gibi..

Oyunla İlgili Bazı Anektodlar;


  • Oyunun müzikleri Oyun Atölyesi'nin çoğu oyununda olduğu gibi Tolga Çebi tarafından yapılmış.Ritmik doğu ezgileri içeren müzikler gerçekten içimi kıpır kıpır ettirdi.
  • Oyuncuların hiçbiri oyun boyunca sahneden ayrılmıyor. Sırası biten sahnenin karanlık yerindeki sandalyesinde yerini alıyor.Bu beni gerçekten tiyatroya verilen önemin vurgulanması açısından çok etkiledi.
  • Son olarak beni derinden etkileyen bazı sözlere yer vermek istiyorum;
"Kadın mı? Onu şeytan bile yemez."
"Ölçülebilen aşk zavallı bir aşktır."   







1 Ağu 2012

SIRADIŞI TASARIMLAR

Sevgili Okurlar,

Bugün sizlere ilgimi çekmiş iki ayrı ekip, üç hünerli elden çıkan egzantrik tasarımları sunmak istiyorum. Bu tasarımları benim gözümde paha biçilemez yapansa üstüne işlenmiş el emeği. Maaliyetleri çok yüksek olmayan; hatta artmış kumaş parçalarınızı dahi değerlendirebileceğiniz hem şık hem ergonomik ürünler bunlar.Hele ki el işlerine ilgisi olanlar beri gelsin kaçırmasın bu yazıyı!!

BAYKUŞ YASTIKLAR


   Kendilerini "mutlu iki kişi" olarak tanımlayan iki zarif bayanın (Sema Kırat, Bengü Karakurt) ellerinden çıkma Baykuş Yastıklarla başlamak istiyorum öncelikle. Yıllar yılı insanların ürkmeyle baktığı bir hayvancıktan esinlenmişler : Baykuştan! Şahsen en yakın arkadaşımın göz benzerliğinden ötürü lakabını aldığı baykuşlar bana pek sevimli geliyor,sizleri bilemem :)
  Hanımefendilerin websitelerinde de belirttikleri gibi; geceleri ve sessiz uçmaları, insan çığlığına benzer sesler çıkarmaları onları hep tehlikeli kılmış bizlere..Oysa ki baykuş doğası gereği insana zarar vermek şöyle dursun çok fazla Harry Potter izlediğimden olacak , bana hep cici bir gibi dost gözükmüşlerdir:)
 Gözlerinin sabit duruşu, yuvalarından hareket ettiremeyişleri, karanlıkta görme kabiliyetlerinin olmaması belki de yumuşacık tüylerinden esinlenip hayal güçlerinde daha nice özelliklere bezeyip çeşit çeşit baykuş yastık yaratmışlar.

  Ben yastıkların bir çoğunu Bebek Şenliği'inde inceleme fırsatı bulmuştum.Hepsi birbirinden şeker, adeta beni al diye bakıyor o cin gözler:)

  Yastıkların fiyatı da oldukça makul. Alışveriş ile ilgili ayrıntılı tüm bilgiler aşağıdaki facebook sayfası ve websitenin linklerinde saklı.

  Bense gerek şenlikte canlı canlı gördüğüm gerek sitedeki fotoğraflardan özel olarak seçtiklerimi sizler için bloguma koydum. İlginizi çekeceğini düşünüyorum :)







http://www.baykusyastik.com/#!


https://www.facebook.com/pages/Bayku%C5%9F-Yast%C4%B1k/323841610996777


PÖTİKARE BUTİK ATÖLYE


Sizlere çikolatalı cookie'den yapılmış bir yüzüğüm var desem!

Ya daaaaa meyveli pastadan bir kolyem!!

 Şaşırırdınız değil mi? Elbette ki şaşırırdınız, günlük hayatımızda tadına doyamadığımız tüm lezzetlerin minimalize edilmiş haliyle cebe sığacak ancak ağza alınmayacak kıvama sokmuş sizler için Özlem Gündoğdu. Hem de fikren çok basit ; emek olaraksa epey meşakkatli bir yöntemle; kil polimerle. Kil polimerin renk renk çeşitleriyle ; gerek şirineden anahtarlık yaratıyor gerek misafir çay takımında sunulan sevimli bir çilekli pasta.

Özlem Hanım İzmitli genç bir girişimci. Pötikare Butik Atölye'yi de İzmit'te açmış. Yakın çevrem bilir İzmitli olmakla nasıl gururlandığımı :) İşte bu gururu boşa çıkarmayacak bir motivasyondur Özlem Hanım ve gibileri benim için. Kendisiyle tesadüf eseri İstanbul'da tanıştık. Ürünlerine teker teker hayran kaldım ve bu güzellikten sizler de mahrum kalmayın istedim.

Özlem Hanım'ın yaptıkları elbette ki kil polimerle sınırlı değil, evlerimiz için tasarladığı özel aksesuarları, özel çanta , küpe ,broş tasarımları da mevcut. Tabii ki renk renk kumaş ve boncukla :)



















Sipariş ya da ayrıntılı bilgi isteyenler için linkleri aşağıda yazdım :)

http://potikarebutikatolye.blogspot.com
https://www.facebook.com/potikarebutik.atolye





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...