16 Ağu 2012

KİMİN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ ?

'Hangi şeytan dürtmüştü bizi? Ne kadar da mutluyduk! O zaman neden elimizdeki her şeyi bir çocuk sahibi olmak gibi rezil bir kumara yatırdık.'

   Bu sözler, Lionel Shriver'ın Kevin Hakkında Konuşmalıyız adlı, 2003 yılında kaleme aldığı, yalnızca bayan yazarlara verilen Orange ödüllü kitabından.

   Aynı isimle 2011 yılında sinemaya aktarılan, hatta Türkiye'de de çeşitli festivallerde gösterime giren film beni oldukça sarstı. Oyunculuk ya da yönetmen tekniğinden ziyade, içerdiği derin anlamdı bu filmi benim için bu kadar ilginç kılan.
   
   Film doğduğu günden itibaren annesiyle yıldızı barışmayan Kevin'in 15 yaşında titiz bir çalışmayla planladığı bir katliama kadar uzanan öyküsünü anlatıyor. Filmi izlediğiniz zaman kafanızda birçok ürkütücü soru beliriyor. Bir anne çocuğunun hayatının devinimlerinde ne kadar etkilidir? Annelik sevgisi içgüdüseldir,peki ya çocuğunu sevmeyen anne var mıdır? Ve bir bebek bunu hissedebilir mi? 

  Film, annesinin Ezra Miller'ın müthiş performansıyla can verdiği Kevin'e  hamile kalmasından başlıyor. Daha en başından istenmeyen bebek olan Kevin büyüdükçe annesine karşı, önlenemez bir nefret besliyor. Giderek içinde büyüttüğü bu nefret artık tüm insanlığa karşı yöneltilmiş bir yaylım ateşi halini alıyor.Kardeşinin gözünü kaybetmesine zarar vermesine dek süren bu önlenemez vahşet, adeta Kevin'i esir almış bir şeytan gibi.Öyle ki gözlerinin içinden o kıvılcımı alabiliyorsunuz.


   İşte tam bu noktada kafamda sorular beliriyor. Kişiliğimizi kim belirler? Biz mi, ailemiz mi, çevremiz mi? Arkadaşımla film sonrası girdiğimiz hararetli tartışmalar sonucu vardığımız bir nokta oluyor. Aileleri tarafından terk edilmiş birçok küçük çocuk var. Hepsinin katliam yapmasını bekleyemezdik herhalde? O halde içimizde hareketlerimizi körükleyen , "yaradılış" dediğimiz birtakım mefhumlar mevcut olmalı, öyle değil mi? Ebeveynlerinden iyi ve ya kötü yönde bambaşka olanlarımız vardır aramızda. Nedir içimizdekini tetikleyen, nedir iki kardeşin dahi dünyaya bambaşka bakmasını sağlayan. 

  
  Bütün film boyunca korku dolu gözlerle izlediğiniz Kevin'in böyle bir kişiliğe bürünmesine sebep olansa belki de annesiydi,diyorsunuz filmi başa aldığınızda da. Hepimizin doğuştan edindiği , bilinçaltımızda yer eden bir duygu vardır. Annemiz bizi koşulsuz şartsız sever. Hamileyken sevmezse bile, doğduktan sonra sever.Sever canım,kesin sever... İşte Kevin Hakkında Konuşmalıyız filmi, belki de kalbimdeki,beynimdeki en sağlam tabuyu yerinden sarstı. Heyy, anneniz sizi sevmiyor , ayılın! demiyorum tabii ki. Sadece Kevin'in annesi Eva'nın oğluna bir yabancı gibi bakması, bir türlü göstermediği  anne sıcaklığının filmde ne kadar "olası" gösterildiğinden bahsediyorum.
  
  Kimilerine göreyse Kevin doğuştan sorunlu bir çocuktu. (İyi de bir bebek nasıl doğuştan sorunlu olabilir,algımızı,bilgimizi,duygularımızı geliştiren yaşadıklarımız değil midir?!!) Ve Eva bunu erkenden fark edip filme de adını veren "Kevin Hakkında Konuşmalıyız!" sözünü eşine söyledi durdu. Eşi buna kulak asmadığı için,önlenemez felaketler meydana geldi. Bu da bir komplo teorisi olabilir,kim bilir?

   Kevin hakkında daha söylenecek çok şey var.Fakat unuttuğumuz bir nokta var.Hepimiz bebektik,hepimiz sevgi ve saflık yumağından oluşan, düşünce boyutuna erişememiş bir dönem geçirdik.Bu safhada ya da hayatımızın diğer tüm çaresiz dönemlerinde , bizi kurtarabilecek tek bir olgu var. Sevgi. En hırçın , en vahşi, en mutsuz zamanlarımızda delicesine ihtiyaç duyduğumuz tek ilaç sevgidir. Tüm yaraları iyileştiren, sakin ve derin bir uykuya dalmamızı sağlayan. İşte bu temel noktayı en sade şekilde dile getirmiş yönetmen Lynne Ramsay filmin en başında.


"a child needs your love most when he deserves it least." 




13 Ağu 2012

FRİDA

    Biyografik filmleri çok severim, tıpkı resmi , el mexico'yu sevdiğim gibi. Yaşanmışlıklardan çok etkilenirim. Pür dikkat izlerim. An be an yüreğimde hissederek. Tıpkı 2002 yapımı, Julie Taymor tarafından beyaz perdeye aktarılmış "Frida" gibi.Burada Frida'yı canlandıran Salma Hayek'in usta performansından söz etmeden geçemeyeceğim. Bayıldığım mexico kültürünü, 21.yüzyılın sıradışı (sürrealist terimini kendi istemediği için kullanmaya dilim varmıyor.) ve bir o kadar harika ressamı Frida Kahlo'yu;  delice acılarla, oluk oluk gözyaşıyla , boğaz yırtan çığlıklarla örülmüş bir yaşantının gölgesinde izledim.
 Bilmeyenler için Frida Kahlo'yu , en az onun kadar ünlü ressam Diego Rivera'nın eşi olarak da tanımlayabilsek de ben  kalbinden akan kanı, damla damla vurduğu fırçasının ustalığıyla,yorgun yüreğinde taşıdığı tarifsiz ızdıraplarla tanımlamayı tercih ediyorum. Öyle ki o bir hayat tutkunu, Diego Rivera'nın deyimiyle "Yaşadığı her yere canlılık katan." olağanüstü bir kadınmış. Sevgilileri olmuş, sevişmeleri olmuş, kadın-erkek , yaşlı-genç, evli-bekar fark etmeksizin. Sadece gönlünün savurduğu yere gitmiş. Öyle geniş bir yüreğe sahipmiş ki kendisini kız kardeşiyle aldatan kocasını affedebilecek kadar. Hasta yatağında kuklalarıyla çocukları eğlendirecek enerjisi, ölüm döşeğinde doktorunun itirazlarına boyun eğmeden kendini sergisine yatağında taşıttıktan sonra, "yatağımdan çıkmamamı söylemiştiniz, işte çıkmadım" diyecek kadar mizah yeteneği varmış.

 O her ne kadar mütevazi davranıp "Benim resimlerim benden başkası için bir şey ifade etmiyor" dese de evrensel acılarımızı tablolarına öyle güzel yansıtmış ki zamanının kahramanı olmuş. Genç bir kızken geçirdiği trafik kazası (yaşadığı en büyük iki kaza olarak bahsediyor Kahlo bu kazadan, diğeri ise eşi Diego ile tanışmasıymış ona göre.) ömrünün sonuna dek peşini bırakmamış,en büyük belası olmuş. Bebeğini kaybetmesine sebep olmuş.Kanlar içinde yatan kadın resmini gördüğünüzde yüreğinizin en derininde hissediyorsunuz bu acıyı. En sonunda da ölüme kadar götürmüş Frida'yı.


 Özel hayatının yanı sıra politik duruşu, toplumsal meselelere verdiği önem de yer bulmuş tablolarında. Sosyalizm konusunda da en az ilişkilerinde olduğu kadar tutkuluymuş. Karısını onyedi yerinden bıçaklayan adamlar çizmiş, iskeletler doğuran kadınlar. Sayısız portreye yer vermiş, hayatına giren girmeyen. Öyle bir hayal gücüne sahipmiş ki çizmiş  çizmiş son nefesine dek, duvarlara çizmiş, alçısına kelebekler çizmiş,boyamış durmuş.. Ben de mahrum kalmamanız adına aşağıda bazı Frida Kahlo tablolarına yer veriyorum. Bu yazıdan şevkle ilgilenen herkesi de 2002 yapımı Frida filmini izlemeye davet ediyorum.




Frida Kahlo, eşi Diego ile kız kardeşi Christina'yı beraber gördükten sonra saçlarını kestikten sonra böyle poz veriyor aynaya.



Ölümüne yakın Frida Kahlo




Doğallığından hiçbir zaman ödün vermemesi belki de en çekici özelliğiydi.





                                           
                                                 Bebeğini kaybettikten sonra Frida Kahlo.




11 Ağu 2012

Welcome to PİzzaPasta=Pipa


  Adından anlayacağınız üzere pizza ve makarna konusunda kalbinizi fethetme garantisi verebileceğim bir mekanı tanıtmak istiyorum sizlere sevgili okurlar.Aşçı babayla amatör gurme kızı Nişantaşı yollarına düştü bu kez.
 14 Şubat'a özel hazırladıkları Love Bites yani Aşk Isırıkları sunumuyla ilgimi çekmişti Pipa. Ama biz sevgililer gününden aylar sonra uğrama fırsatı bulduk Pipa'ya. Benim en büyük aşkımla kendimiz için mutlu bir gün hevesiyle :)

  Pipa, içerisine girdiğiniz anda sizi sıradışı tasarımı ve farklı atmosferiyle sarmalıyor. Mekana bu tılsımlı havayı verense orijinal tasarımı. Tüm şıklık ayrıntılarda gizlenmiş durumda Pipa'da. Duvar kenarlarına asılmış büyük tümsek aynalar, metalik renklerle bezenmiş portatif masa ve sandalyeler buğulu bir hava katmıştı.Bir tarafınızda binbir çeşitli şarapların bulunduğu mini mahzen bir tarafınızda ise tezgah başında tatlı bir telaş içinde koşturduğunu gördüğünüz Pipa aşçıları.
 
 Bu sıcak yaz gününde hafif bir rüzgar yalayıp geçerken yüzlerimizi yerlerimizi aldık babacıkla. Garsonun bize özel olarak tavsiye ettiği zencefilli limonatayla serinlettik önce boğazımızı. O an gerçekten bastıran sıcak hava dalgasından mıdır bilinmez hala tadı damağımda o limonatanın.

  Ana yemek tercihimi pizza&pasta sloganıyla meşhur bir yerde kendi kişisel zevkimden ötürü pizzadan yana kullanmıştım elbette ki :) Pizzanın tadına sadeliğince varırsın söyleminden yola çıkarak babamın, domates soslu  Margherita'dan yana kullandık. Taş fırında yapılmış ev yapımı ekmekler uğradı zeytinyağı eşliğinde soframıza. Pizzalarının lezzeti de bu inceliği ve taşfırın yapımı olmasından geliyor.Hemen ardından yediğimiz haşlanmış sebzeli salatanın tadıysa aman diyen bir sebze karşıtına bile o gevrek patlıcanları, narin havuç dilimlerini yedirtecek cinstendi.

 Sadece bu pizza ve salata tercihiyle bile tıka basa doyabilmiştik. Midemde biraz yer kalsa Nutellalı pizzasını deneyecektim. Artık o da Pipa'ya bir dahaki gidişimde.Zira pizzalarıyla bu kadar meşhur olmuş bir yerde tatlı tercihimi de Nutellalı Pizza'dan yana kullanmak şaşırtıcı değil.

 Pipa bir İtalyan restoranı olmasının yanısıra ahtapot tempuradan,ızgara kuşkonmaza kadar çok çeşitli bir mönü sunuyor. Çalışanların güler yüzü, müşterilere karşı sıcak ve samimi tavırları da göz önünde bulundurulursa Pipa oldukça davetkar duruyor.İlgilenenler için facebook sayfası aşağıdaki linkte mevcut.Sosyal medyada oldukça aktif olan Pipa'nın mönü seçenekleri ve tercihleriyle ilgili bilgi edinebilirsiniz.
 https://www.facebook.com/PiPaNisantasi


Afiyetle efendim :)

















ANTONY AND CLEOPATRA


Kıtalara hükmetmiş bir kadın.. Kurnazlık abidesi , güzelliğiyle olduğu kadar (kimi kaynaklar Kleopatra'nın fiziki anlamda çok çirkin olduğunu iddia etse de) kıvrak zekasıyla bir devre adını yazdırmış Mısır Kraliçesi Kleopatra..
  Ve onun aşkından serseme dönmüş, miğferiyle gönlü arasında bocalayan tek suçu aşık olmak olan zavallı  ama onurlu General Antonius..

 Girizgahımdan sanılmasın ki Kleopatra Antonius'u evirip çevirmiş parmağında oynatmış.Onlar ki biraraya geldiklerinde bir kadeh şarapla meşk sarhoşu olmuş dünyayı unutmuş iki aşık. Onların aşkı yürek parçalayan, yoran cinsten. Ne seninle ne sensiz denir ya işte tam o hesap. Yokluğu bir diğerinin yüreğini dağlamış varlığı bir hastalık gibi kanına girmiş ötekinin. Türlü dolaplar oyunlar çevirmişler karşılıklı.Antonius Roma'nın içi geçmiş, kendinden bozuk halinden illallah edip doğu dilberinin eşsiz kollarında zamanı unutuvermiş.Huzuru bulmuş dense de varını yoğunu kaybetmiş, aklını, onurunu yitirmiş. Ömrüne son vermiş.

 Evet bir aşk masalı bu tarihin bize öğrettiği. Ciğerlerime bu kadar işlemesinin sebebiyse 2 Haziran günü Oyun Atölyesi'nde seyrettiğim Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor'un nefes kesen performanslarıyla şaha kalkmış Kemal Aydoğan rejisiyle sahnelenmiş Antonius ve Kleopatra'idi. Kendime has methiyemi yapmayı borç biliyorum.İflah olmaz bir tiyatro aşığı olarak Londra 2012 Sheakspeare festivali kapsamında Sheakspeare's Globe'da yani Sheakspeare üstadın kendi evinde ilk kez bir Türk oyunu olarak sergilenmiş olması beni yeteri kadar gururlandırmıştı Antony and Cleopatra. İlgilenenler için The Space isimli dünyaca ünlü festival,dans,tiyatro gösterilerini bulabileceğiniz siteyi şiddetle öneriyorum. Profesyonel kaydı kesintisiz izleyebilirsiniz.
Oyuna gelirsek, neresinden başlasam ki..Hafifmeşrep,dengesiz,kurnaz Kleopatra performansıyla alışılagelmiş rollerinden çok çok ötede Zerrin Tekindor'dan mı,duygusuz,politik bir demir abidesi olan August Sezar olan Mert Fırat'tan mı yoksa haberci rolündeki Onur Ünsal'ın Kleopatra'yla  karşılıklı, hiç bitmesin dedirten sahnelerinden mi? Müthiş bir Eros'tu doğrusu :) Tabii ki Haluk Bilginer'den bahsetmiyorum bile. Sheakspeare'in Antonius ve Kleopatra'sının gözyaşından uzak, trajedi içine yedirilmiş bir komedi halinde  harika bir 2012 uyarlamasıydı bence.
 Hikayenin trajikliği ortada. Kleopatra, cinfikirli,müthiş kurnaz,istediğini elde edinceye kadar hırslarının ve tutkularının esaretinde yaşayan bir kadın. Bu tutkular da en çok ona zarar vermiş haliyle.İçini yiyip bitiren Antonius'u kaybetme korkusuyla çevirdiği binbir dolaba rağmen aşkı öylesine büyükmüş ki, ondan gizli evlendiği halde Antonius'u yine gönlüne,yatağına almış.Antonius da onun böylesi korkulacak bir kadın olmasının farkındaymış da  bir yanı hep Roma'da kalacak şekilde Tarsus yollarında, İskenderiye kıyılarında bitap düşmüş çoğu zaman. Yine de vazgeçememiş Kleopatra'dan.İkisi de birbirini kaybetmekden delicesine korkmuş. Birbiriyle olmaları da ayrı bir felaketmiş oysa ki.İşte bu felaket olaylar zincirini çok başarılı sahnelemiş Bilginer ve ekibi.Zerrin Tekindor'un anlık gelgitler içinde kaybolan deli dolu Kleopatrası izlenmeye değer.Sahneyi şen şakrak sesiyle, isterik çığlıklarıyla, çapkın bakışlarıyla öyle haşmetli sarmalıyor ki kelimeler kifayetsiz. Yalnız Oyun Atölyesinde izlediğim Antonius ve Kleopatra , tarihte yer alan sevimsiz entrikacı kadından birkaç açıdan daha farklı onu da belirtmeliyim. Tarihteki Kleopatra yani kral Ptolemy'nin kızı Kleopatra VII. iktidar hırsıyla kavrulmuş, bu uğurda kardeşiyle dahi evlenmiş türlü entrikaların kadınıymış.Sahnede izlediğimiz Kleopatra ise daha çok ihtirası ve kıskançlığıyla esip gürleyen, duygularının peşinden dolu dizgin koşan bir kadın.

  Oyun 2 saat 50 dk sürdü.Bu oyunu İKSV tiyatro festivali kapsamında şanslı bir kalabalığa dahil olarak izledim. Çıktığımda Kadıköy sokaklarında düşünceler içinde buldum kendimi. Asırlar önce meydana gelmiş aşk oyunları günümüzden çok da farklı değil. Kadının güce duyduğu aşkı bir kez daha anlıyoruz oyunun sonunda. Ve bizler gücün sahibi değiştikçe aşkımızın rotasını da değiştirebiliyoruz çoğu zaman. Belki de o iktidar hırsı tüm hücrelerimizde mevcut biz kadınların. Bundandır ki tarih çoğu kez politikanın ya da savaşların değil kadınların siyaseti belirlemesinden tekerrür etmiştir. Bir diğer ayrıntı ise; o güç sembolü erkeklerin bazı anlarda hepimizden daha zayıf olabildiği. O anlarsa; yenilgiler. Erkek güçsüzleştikçe kadına hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor bu uğurda onurunu kaybetmeyi dahi göze alabiliyor. Tıpkı Antonius'un bir kadın uğruna canına kıyması gibi..

Oyunla İlgili Bazı Anektodlar;


  • Oyunun müzikleri Oyun Atölyesi'nin çoğu oyununda olduğu gibi Tolga Çebi tarafından yapılmış.Ritmik doğu ezgileri içeren müzikler gerçekten içimi kıpır kıpır ettirdi.
  • Oyuncuların hiçbiri oyun boyunca sahneden ayrılmıyor. Sırası biten sahnenin karanlık yerindeki sandalyesinde yerini alıyor.Bu beni gerçekten tiyatroya verilen önemin vurgulanması açısından çok etkiledi.
  • Son olarak beni derinden etkileyen bazı sözlere yer vermek istiyorum;
"Kadın mı? Onu şeytan bile yemez."
"Ölçülebilen aşk zavallı bir aşktır."   







1 Ağu 2012

SIRADIŞI TASARIMLAR

Sevgili Okurlar,

Bugün sizlere ilgimi çekmiş iki ayrı ekip, üç hünerli elden çıkan egzantrik tasarımları sunmak istiyorum. Bu tasarımları benim gözümde paha biçilemez yapansa üstüne işlenmiş el emeği. Maaliyetleri çok yüksek olmayan; hatta artmış kumaş parçalarınızı dahi değerlendirebileceğiniz hem şık hem ergonomik ürünler bunlar.Hele ki el işlerine ilgisi olanlar beri gelsin kaçırmasın bu yazıyı!!

BAYKUŞ YASTIKLAR


   Kendilerini "mutlu iki kişi" olarak tanımlayan iki zarif bayanın (Sema Kırat, Bengü Karakurt) ellerinden çıkma Baykuş Yastıklarla başlamak istiyorum öncelikle. Yıllar yılı insanların ürkmeyle baktığı bir hayvancıktan esinlenmişler : Baykuştan! Şahsen en yakın arkadaşımın göz benzerliğinden ötürü lakabını aldığı baykuşlar bana pek sevimli geliyor,sizleri bilemem :)
  Hanımefendilerin websitelerinde de belirttikleri gibi; geceleri ve sessiz uçmaları, insan çığlığına benzer sesler çıkarmaları onları hep tehlikeli kılmış bizlere..Oysa ki baykuş doğası gereği insana zarar vermek şöyle dursun çok fazla Harry Potter izlediğimden olacak , bana hep cici bir gibi dost gözükmüşlerdir:)
 Gözlerinin sabit duruşu, yuvalarından hareket ettiremeyişleri, karanlıkta görme kabiliyetlerinin olmaması belki de yumuşacık tüylerinden esinlenip hayal güçlerinde daha nice özelliklere bezeyip çeşit çeşit baykuş yastık yaratmışlar.

  Ben yastıkların bir çoğunu Bebek Şenliği'inde inceleme fırsatı bulmuştum.Hepsi birbirinden şeker, adeta beni al diye bakıyor o cin gözler:)

  Yastıkların fiyatı da oldukça makul. Alışveriş ile ilgili ayrıntılı tüm bilgiler aşağıdaki facebook sayfası ve websitenin linklerinde saklı.

  Bense gerek şenlikte canlı canlı gördüğüm gerek sitedeki fotoğraflardan özel olarak seçtiklerimi sizler için bloguma koydum. İlginizi çekeceğini düşünüyorum :)







http://www.baykusyastik.com/#!


https://www.facebook.com/pages/Bayku%C5%9F-Yast%C4%B1k/323841610996777


PÖTİKARE BUTİK ATÖLYE


Sizlere çikolatalı cookie'den yapılmış bir yüzüğüm var desem!

Ya daaaaa meyveli pastadan bir kolyem!!

 Şaşırırdınız değil mi? Elbette ki şaşırırdınız, günlük hayatımızda tadına doyamadığımız tüm lezzetlerin minimalize edilmiş haliyle cebe sığacak ancak ağza alınmayacak kıvama sokmuş sizler için Özlem Gündoğdu. Hem de fikren çok basit ; emek olaraksa epey meşakkatli bir yöntemle; kil polimerle. Kil polimerin renk renk çeşitleriyle ; gerek şirineden anahtarlık yaratıyor gerek misafir çay takımında sunulan sevimli bir çilekli pasta.

Özlem Hanım İzmitli genç bir girişimci. Pötikare Butik Atölye'yi de İzmit'te açmış. Yakın çevrem bilir İzmitli olmakla nasıl gururlandığımı :) İşte bu gururu boşa çıkarmayacak bir motivasyondur Özlem Hanım ve gibileri benim için. Kendisiyle tesadüf eseri İstanbul'da tanıştık. Ürünlerine teker teker hayran kaldım ve bu güzellikten sizler de mahrum kalmayın istedim.

Özlem Hanım'ın yaptıkları elbette ki kil polimerle sınırlı değil, evlerimiz için tasarladığı özel aksesuarları, özel çanta , küpe ,broş tasarımları da mevcut. Tabii ki renk renk kumaş ve boncukla :)



















Sipariş ya da ayrıntılı bilgi isteyenler için linkleri aşağıda yazdım :)

http://potikarebutikatolye.blogspot.com
https://www.facebook.com/potikarebutik.atolye





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...